ARAFta

Son bir çıtırtı ile ayrıldığını hissetti devasa bedeninden. Lodosun sert üfürüğü ile bir takla attı önce, ardından boşluğa savruldu yine istemsizce. Yüzüyordu ama kendi yüzmüyordu, düşüyordu ama kendi düşmüyordu. Üşüyordu ve korkuyordu ölümüne. Yol arkadaşları rüzgarın uğultusu ve yağmurun kokusu eşliğinde uğurlamışlardı onu; her düşene yaptıkları ve de yapacakları gibi…

Bir ilkbahar günü ne güzel başlamıştı körpe yaşamları oysa. Toprağın tazelendiği o ılık ve serin günler… Güneşin her fırsatta bulutların arasından fırlayıp tomurcuk nüvelerini kuşattığı,

dalların arasına tırmanan karıncaların pürtelaş üzerlerinde gezindiği,

evde kış boyu hapis kalan çocukların iplerinden kurtulup nihayet, cıvıl cıvıl altlarında koşuşturduğu,

hafif bir meltemin nazik dokunuşlarla onu ve arkadaşlarını okşayarak aynı yönde ve aynı ritimle titrettiği,

kocaman bir çınarın onurlu dallarının bir yaprağı olmanın ötesinde, bu durumun farkına varmanın verdiği o derin hazzı tattığı ılık ve serin günler…

Bir ay evvel en yakın arkadaşı kopmuştu dalından. Yaşayamadan tam olarak yasını, en yakınları ve en uzaklarının teker teker düşmesini izledi o bilinmezlik uçurumuna. Tüm bu terk edişler nüfuz ediyordu her bir noktasına ve canını yakıyordu yeterince, ancak onlardan biri olma olasılığı öylesine uzaktı ki bu dünyadaki büyülü varlığı karşısında… İnanamazdı yani kısacası, inansa zaten hiç yaşayamazdı. Ama olan oldu işte birkaç dakikalık bir gaflet anında; esnerken ve gerinirken ulu çınarın gür dalları arasında…

Son bir çıtırtı ile ayrıldığını hissetti devasa bedeninden. Lodosun sert üfürüğü ile bir takla attı önce, ardından boşluğa savruldu yine istemsizce. Yüzüyordu ama kendi yüzmüyordu, düşüyordu ama kendi düşmüyordu. Üşüyordu ve korkuyordu ölümüne. Yol arkadaşları, rüzgarın uğultusu ve yağmurun kokusu eşliğinde uğurlamışlardı onu; her düşene yaptıkları ve de yapacakları gibi…

Soğuk rüzgar ve çarpıcı yağmur damlaları epey sürükledi yarı canlı ancak henüz bütünlüğü bozulmamış hücrelerini boğazın boz mavi akıntısına doğru… Derin denizlerde kaybolmanın endişesi ile daha da bir sarardı sanki, daha da bir kırmızılaştı. Neyse ki rüzgar yönünü değiştirdi o ara ve yine bir takla attırıp iyice sersemlemiş yaprağımıza, attı onu hareketli bir araç trafiğinin tam ortasına… Son bir gayretle bir iki manevra denedi bizim yarı canlı, beceremedi pek doğal olarak ama şansı yaver gitti ve havalandı yeniden aşağıdan hızla geçen ve yayaları çamura bulayan araçların tepesinden. Geriye doğru mu gidiyordu sanki? Dönebilir miydi bir ihtimal döşüne, döşeğine, o mevsimlik sılasına? Hayaller ve düşler doluşmuş dolaşırken özsuyu yerine boşalmış damarlarında; buz gibi bir su birikintisine düşerek uyandı rüyasından.

'Çürüyüp gitmeyi beklerim artık' derken, on on bir yaşlarında bir kız çocuğu kırmızı çizmeleri ile çöktü su birikintisinin başına. İri siyah gözleri ile bakışları deldi berrak yağmur suyunu ve esmer sureti buluştu yaprağın sarı-kızıl alev rengi yansımasıyla.

-Hadi artık, sınava yetişeceksin, ağzı açık neye bakıyorsun öyle? Söylenerek çağırdı babası kızını yanına. Kız kös kös kalktı ama gitmeden daldırıp çizmesini suya, ittirerek çıkardı titreyen yaprağı asfalt yolun kenarına. Sonra arkasına bakarak yeniden ve yeniden uzaklaştı babasıyla beraber, ağzını kapatamadan maalesef.

Yağmur dinmişti, kuru bir ayaza dönmüştü hava. Rengi kararıyordu gün geçtikçe yaprağın, kaybediyordu iyice suyunu, çıtırdıyordu ufak ufak içerisinden, kenarları rastgele kıvrılıyordu kendi üzerine, şeklini şemalini yitirmekteydi kısacası, ama ruhu tomurcuktu hala, içinden içinden ve gizliden gizliden, o ilk nefesini alan saf çocuktu.

Kaldırımla taşıt yolu arasındaki olukta azar azar sürüklendi ne kadar olduğunu kestiremediği bir zaman boyunca. O olukta yavaş yavaş çürüyüp parçalanacağını kurarken kendi kendine, bir Aralık sabahının kör karanlığında, tepesinden inen bir tomar kuru dalla sarsıldı birden. Bir bakım işçisinin elindeki çalı süpürgesi sürüklüyordu onu saplı teneke faraşına; dayanamadı baskıya, şimdiye kadar hasarsız kalmayı başarmış, beş uzvunun en önemlisi, yani ortada yer alan en büyüğü ayrılıverdi bütünden. Kırmızı çizmeli kız çocuğu gibi ağzı açık bakamadı ne yazık ki olmayan gözlerini çevirip, bir mazgal deliğinden sonsuzluğa yuvarlanan kopan uzvu ardına.

Mevsimlik yaşamının bu son demleri her ne kadar trajik gözükse de, oldukça öğretici oldu çınar yaprağı için. Saplı teneke faraşta alt alta üst üste, yapıştı ve kaynaştı bu fani gezegende miadını doldurduğu düşünülen bin bir çeşit canlı ve cansızla. Hikayelerini dinledi onların ve aktardı kendi hikayesini onlara, binlerce parçaya bölünene dek…

Ne miydi onun hikayesi? Kısa ve basit özde:

Hafif bir meltem eşliğinde, tüm arkadaşlarıyla, aynı yönde ve aynı ritimle titreşmesi ve bir de:

Kocaman bir çınarın onurlu dallarının bir yaprağı olmanın ötesinde, bu durumun farkına varmasının verdiği o derin haz…