İÇERİDE 3 - SARI SARMAN

Girip çıkan kedilerin en az yarısı sarı sarman cinsiydi. Annesi öldükten sonra dadanmıştı bu güzel hayvanlara. Eskiden uzaktan pek bir severdi onları da böylesi yakınlaşabileceğini tahayyül bile edemezdi.

Bir sabah işe gitmek üzere uyandığında, soğuk ve cansız vücuduyla karşılaşmıştı annesinin, televizyonun karşısındaki antika oymalı koltukta. Tavana dikili donuk mavi gözlerini kapamıştı önce, sonra dağınık boyalı - sarı sarman saçlarını özenle taramıştı hiç acele etmeden. Yaşarken kıyametleri koparırdı ona dokunduğunda. Şimdi ise tam bir 'uslu çocuk' görüntüsü vardı üzerinde. Televizyonun cızırtısı ve antika duvar saatinin sarkacı eşliğinde, o da karşı koltuğa oturmuş ve ne kadar olduğunu bilemediği bir süre boyunca, önünde yatan ölüyü taklit eder biçimde gözlerini kapatmış, kafasını arkaya doğru atmış ve kendi nabzının da atmadığı paralel bir evreni deneyimlemeye çalışmıştı. Ev telefonunun çalması ile son bulmuştu bu öz infaz süreci. İşten aramışlardı gayet doğal olarak.

Asla işe geç gitmezdi çünkü veya erken ayrıldığı görülmemişti. Sirkeci'de çalışıyordu, eski PTT Santrali'nde memur olarak. Onun da zorunlu dışarı işleri olmaz değildi, kimi zaman resmi dairelerde, banka işleri zaman zaman, elektrik su ödemeleri vb. ama genelde bu tip işlerini nöbet izinlerine ya da hiçbir vakit sonuna kadar tüketmediği yıllık iznine denk getirmeye çalışırdı. Harika bir memurdu kısacası; devletine, milletine ve ülkesine sadık, saygılı, itaatkar… Bir saati aşkın gecikince o sabah, ona işi devredecek olan gece vardiyasındaki arkadaş bölüm şefine haber vermişti.

-Günsel Hanım, şey biz merak ettik de, diye başlamıştı şefi ki,

-Annem öldü, ölüm iznimin üstüne on günlük senelik izin kullanmak istiyorum, diyerek duygusuz ve soğuk bir sesle yanıtlamıştı adamı.

-Yaa… Tabii ayarlarız hemen… Başınız sağ…

-Teşekkür ederim, kısa keserek kapatmıştı telefonu şefinin yüzüne.

Hemen akabinde erkek kardeşini aramıştı. İki saat içinde geldi abisi ve zorunluluklar silsilesini gerçekleştirdiler tek tek ölüme dair olan, bu ülkede. Bir iki gün aldı bu işlemler toplamı, sonrası ise katıksız yalnızlık dönemi…

Kendini bildi bileli yalnızdı da, bu seferki bir başka türlü olmuştu. O on günlük yıllık izini aldığına bir pişman olmuştu bir pişman, sormayın gitsin. Kardeşi, ölüleri toprağa verilir verilmez tüymüştü zaten. Başka türlüsünü beklemezdi ondan ama hiç olmazsa bir iki gün beraber geçiremez miydiler? O şirret kadın taş koymuştu, emindi… Kendi oğlanlarında da iş yoktu biliyordu da… Yalnız annesi sağken her hafta sonu uğrardı Turgay, eşine rağmen, sorardı bir ihtiyaçları olup olmadığını…

İnançlı bir aile değildi onlarınki dolayısıyla üçüncü günü yedinci günü gibi bir cemiyet, mevlit, yemek vb. planı yapılmadı. İlk günlerde yan apartmandaki komşular uğradı göstermelik:

-Çok üzüldük Günsel Hanım, her akşam pencerede görmeye alışığız Raziye Hanım'ı senin yolunu gözlerken…

-Hiç kimseye de bir zararı yoktu…

-Çok sigara içiyordu değil mi? Keşke o kadar çok içmeseydi…

-Bir hastalığı var mıydı?

-Aklı yerindeydi yalnız, geçenlerde bizim oğlanların topu sizin terasa kaçmış, onlara vermemiş, bir de keseceğini söylemiş, sonrasında sokaktan geçerken yakaladı beni, 'bak buraya Fatma söyle o oğluna bir daha bizim evin önünde top oynarlarsa hiç acımam ha… Alın topunuzu da…'

İtiraf etmek gerekir ki pek sevimli bir kadın değildi annesi. Babasının yıllar önceki vefatının bizzat sebebi bile olabilirdi onun aksi ve geçimsiz kişiliği. Acaba kendisi de o kadar sevimsiz miydi? Genetik bir özellik olma ihtimali var mıydı insanlarla ilişki kuramamanın…

Dört gün olmuştu Raziye Hanım bu dünyadan göçeli. Yine kafasında anlamsız bir ağırlık hissiyle uyandı. Yatağının karşısındaki boy aynasının önünde dikildi, hareketsiz. Annesinin benzeri renkte boyalı sarı sarman kısa ve iri dalgalı saçlarını günlerdir taramadığını fark etti. Artık kendisine bir çeki düzen vermeliydi. Ev çok sessizdi… Oysa yıllardır sabahları uyanınca, annesinin her gece önünde uyukladığı ve gün boyu açık kalan televizyonun sesi titretirdi yaş itibarıyla hafiften sarkmış kulak memelerini. Televizyona yöneldi bilinçsizce, bundan böyle hiç kapanmamalıydı o kahrolası alet.

İşte tam o anda ince bir mızıklama sesi sızdı kapı eşiğinden. Korktu ilkin ama dikkatle dinleyince bunun bir kedi miyavlaması olduğunu anladı. Alt kattaki kiracılarının çocuğu yine dış kapıyı açık bırakmıştı muhtemelen. Annesi nefret ederdi hayvanlardan, yaşasaydı bir tekme ile yuvarlardı yavru kediyi merdivenlerden. Minik ve cılız bakımsız sarı sarman, içeriden sızan sıcak yuva kokusuna hasret, aştı tereddütsüz dairenin eşiğini, acele ama temkinli küçük patileriyle. İşte aşış o aşış, prensesi oluverdi sevgiye susamış bu yalnız ve acayip kadının.

Acayip denildiğinde, ' 'Notre Dame' ın Kamburu' misali bir hilkat garibesi gelebilir aklınıza ama öyle bir tip değildi aslında. Doğu toplumlarında ender görülen ve pek bir makbul olan gri mavi gözlere sahipti bir kere. Menopoz sonrası aldığı fazla kiloları da unutursak gençliğinde epey bir dikkat çektiğini bile söyleyebiliriz. Ancak kadın olsun erkek olsun yaklaşan kişiler bir şekilde uzaklaşırlardı ondan. Mahallelerinde kızların okumayı pek tercih etmediği veya buna da pek gerek duyulmadığı günlerde liseyi bitirmişti. Yani kafası çalışıyordu ama sohbet etmeyi, güncel konular hakkında fikir beyan etmeyi beceremezdi pek. Rahat değildi bir şekilde diğerleriyle beraberken ve bu hemen hissedilirdi. Ne siyasi konularla bir alakası vardı ne sanatsal olaylarla ne de yaşıtı diğer kızların incik boncuk merakları, aşk meşk muhabbetleri ilgisini cezbederdi onun.

Tüm bunlara rağmen işe ilk başladığında bir sevgilisi olmuştu yıllar evvel. Alt kattaki bürolarda çalışan kendisinden beş altı yaş büyük bir memur aşk-ı ilan etmişti ona bir akşam iş çıkışında, daha doğrusu Babı-ali yokuşunda bir pastaneye davet etmişti ilkin. Meyveli pasta eşliğinde onu bir aydır uzaktan izlediğini, çok etkilendiğini, niyetinin ciddi olduğunu açıklamıştı. Şaşırmıştı ve çok heyecanlanmıştı genç kız. Kader yoksa ona da mı gülecekti sonunda… Adam ciddiydi gerçekten de, iki hafta sonra annesi ve babası ile gelmişlerdi onu istemeye. Babası rahmetli, dün gibi hatırlıyordu, misafirler gidince yanına çağırmış onu, gözünün yaşını gizlemeye çalışarak karşısına oturtup konuşmuştu:

-Kızım, abini de evlendirdik hayırlısıyla, ama senin mürüvvetini görmek en büyük hayalimdi, çok mutlu olmanı dilerim, bilesin ki ben her zaman buradayım, her zaman senin yanında olacağım. Sakın bunu unutma, demiş ve sarılmıştı ona.

Apar topar bir nişan yapıldı oğlanın isteği üzerine, o dönemlerde beraber takılabilmek için ilişkiye resmiyet kazandırmanın yoluydu bu tören. Bir bir buçuk ay sürdü ne yazık ki Günsel Hanım'ın ilk ve tek nişanlılık dönemi. Damat adayı soğuyuverdi kızdan 'bir acayip' halleriyle bizzat muhatap olunca. Sinemada elini tutmuştu bir kere, bir iki dakika sonra kız hemen geri çekmişti elini. Öpmeye ise yeltenememişti bile soğuk ve uzak tavrından ötürü. Kuzenleriyle bir akşam yemeğe çıkarmıştı Günsel'i tanıştırmak amaçlı, genç kız ağzını açıp iki kelime edememişti tüm gece boyu, bir de sohbetin en alakasız yerlerinde gülmüş bazen, bazen en olmadık yerlerde başını emme basma tulumba gibi sallayarak onay hareketleri yapmaya gayret etmiş, ancak tüm bu çabaları O'nu tuhaflık ve acayiplik hususunda daha üst seviyelere taşımıştı ne yazık ki.

Günsel sevmişti adamı ancak terkedilmenin ağrısını yaşamaya fırsatı olmadı pek, o haftalarda babasını da kaybetti çünkü. Sonrası, annesinin ölümüne değin neredeyse otuz seneye yakın bir çeşit münzevi hayat sürdürdü Günsel, işten eve, evden işe, şaşmadan, sapmadan, gece gündüz düpedüz bir hayat. Bir tek keyfi vardı keyif denebilirse ona, işten geldiğinde, annesiyle beraber yokuş başı evlerinin penceresinde karşılıklı kahve içerken sigaralarını tüttürmek. Zalim ölüm o zevki de almıştı elinden ta ki:

Minik ve cılız bakımsız sarı sarman, içeriden sızan sıcak yuva kokusuna hasret, aştı tereddütsüz dairenin eşiğini, acele ama temkinli küçük patileriyle. İşte aşış o aşış, prensesi oluverdi sevgiye susamış bu yalnız ve acayip kadının.

Bir taneyle kalsa iyi bu sarı sarman, ertesi gün kardeşini de getirdi yeni keşfettiği sebil eve. İşe başladı bizim Günsel Hanım ama iki üç ay içinde beş altıya çıkmıştı evdeki kedi sayısı. Hayatında bu kadar meşgul ve bu kadar mutlu olmamıştı. Artık işe zar zor yetişiyor, erken çıkmak için ise sürekli fırsat kolluyordu. Evinde yaşayan kedilerin sayısı yirmiyi aşınca, emekli olmaya karar verdi. Bürodakiler de açıkçası pek üzülmediler bu kararına. Kadıncağız önceden de tuhaftı ama varlığı yokluğu fark edilmezdi. Ancak son aylarda vücuduna ve giysilerine sinen kedilerin sidik kokusu odada çalışan veya ofise girip çıkan herkesi fazlasıyla rahatsız ediyordu.

Emekli olduktan sonra pek bir güzel geçirdi yaşamının geri kalanını Günsel Hanım, tabii kendince. Alt kattaki kiracıları terk etti kedili binayı. Kadın hayli sevindi yeni kedilere yaşam alanı açıldı diye. Hayırsız kardeşi Turgay, kira gelirleri kesildi diye mi, kız kardeşinin akıbetinden mi rahatsız bilinmez, seyrek de olsa uğrar oldu kardeşinin yanına. İkna etmeye çalıştı onu yaşadığı ortamın sağlıklı olmadığına. Birkaç kez temizlik operasyonlarına maruz kaldı bakımsız ev. Ancak başarılı olunamadı maalesef. Terk edip giden kiracılara, komşuların sürekli mırın kırın etmesine, abisinin baskılarına rağmen; sarı sarman kedileri etrafında, ömrünün son demlerinde sarılıp sarmalandı kimsesiz ve yorgun yüreği. Doğduğu, büyüdüğü ve yaşlandığı o yokuşa bakan evinin penceresinde, keyifle içti kahvesini ve tüttürdü sigarasını bu acayip kadın.

Ölene kadar.