Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde pireler berber develer tellal iken, bendeniz babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, toprağın hemen altında kendi hallerinde yaşayan bir karınca kabilesi varmış. Yiyecekleri içecekleri barınakları ortak, barış içinde yaşar giderlermiş. Yazları deliler gibi çalışıp, ambarlarını doldururlar, kışları da yer altındaki yuvalarında yıllık hasatlarının keyfini sürerlermiş.

O zamanlar, kendi içlerinde sınıf ayırımına yabancı oldukları gibi, yakın komşuları yani temas halinde oldukları diğer canlılar ile de gayet iyi geçinirler, zor zamanlarında grup olarak birbirlerine destek verirlermiş. İşte bu komşuların büyük bir kısmını bizim sevimli 'Ağustos Böcekleri' oluşturmakta imiş. Ağustos böcekleri, doğuştan bünyeleri icabı, karıncalardan oldukça farklı ve açıkçası biraz da şanssızmış. Yaşamlarının on yedi senesini yer altında geçirirler; ambarları olmadığı gibi ağaçların köklerinden anlık olarak beslenirlermiş. Dolayısıyla, kışın çok sert ve acımasız geçtiği, amansız donların hüküm sürdüğü günlerde, karınca kabilesi yaşam mücadelesi veren bu biçarelere destek olur, karınlarını doyururmuş. Bu uzun ve zorlu süreç sonrasında, böceklerin on yedi sene karanlığa katlanıp yeryüzüne ulaşabilenleri, onca zaman biriktirdikleri eşsiz türküleri sadece dört haftaya sığdırır ve hemen akabinde ölerek toprağın sonsuz rahmetine kavuşurlarmış.

Belki asırlar, belki bin yıllarca süregelen bu düzen, maalesef ki bir kış günü, bir işgüzar karınca kardeş tarafından bozuluvermiş. Nasıl mı?

'Yine karlı mı karlı, dondurucu mu dondurucu bir kış günüydü. Genç ağustos böceğinin yapıştığı ağacın kökündeki özsu günlerdir don tutmuştu. Beş on santim yanı başındaki karınca yuvasından neşeli sesler ve sıcak yemek kokuları toprağa sızıyordu. Böcek kendini ağaç kökünden yavaşça bıraktı ve genetik öğretisinin içgüdüsel önderliğinde karıncaların ambarına doğru yol almaya başladı. Beş on santim size çok kısa bir mesafe gibi gelebilir ama O'nun için çok meşakkatli bir işti. Hedefine vardığında tüm gücü tükenmişti.

Karıncalar ambarı iki odacık halinde kullanıyorlardı. Bir bölüme, kendi kabilelerinin kışlık azığını depolarlardı. Her birinin tüm kışlık yiyeceği burada tutulurdu, her birinin yaşamasına yetecek kadar ve eşit miktarlarda. Diğer bölüm ise ki çok daha büyüktü bu odacık, yedek azık deposu olarak kullanılırdı. İşte davetsiz ve biçare misafirlere orası açılır ve masal bu ya, ihtiyaç ve işgücünü dengelemek amacıyla büyük bir deftere kayıt tutulurdu. Her gün sıradaki karınca kardeş orada nöbet tutardı. Ağustos böceği yarı baygın gözlerle attı kendini ambarın içine:

-Karınca kardeş…, konuşamadı daha fazla, ne halde olduğu belliydi.

Nöbetçi karınca şaşırmamıştı onu görünce. Her nöbetinde bir iki tanesi düşerdi böyle ambara ve depodan alıp koyardı bir öğün önlerine. Yine aynı şekilde getirmişti ki bir koca tabak dolusu yemek, ağustos böceğinin hiç kıpırdamadığını fark ediverdi. Ölmüştü oracıkta. Diğerlerine haber vermek için dışarı çıkmayı düşündü ilkin. Ama gecenin bir vakti uyandırmak akıllıca olmazdı. Sabahı beklemeliydi. Hem o koca azık tabağını fazla mı doldurmuştu ne?

-Bir iki parça alsam ne fark eder, diye düşündü içinden.

İşte bu kısacık düşünce ile başladı büyük değişim. Sabaha kadar tabağı silip süpürmüştü ve açıkçası pek bir hoşlaşmıştı bu işten. Ama böceğin açlıktan öldüğü belliydi, o zaman cesedi yok etmeli ve deftere de bu zayiatı yerini bulmuş gibi işlemeliydi. Pek zor olmadı erimiş bedeni toprağa gömmesi. İyi ki de ölmüştü. Demek ki ihtiyacından fazla da yiyebiliyordu ve bu çok ama çok zevkliydi.

Sır olarak tutsa yine işler böyle değişmezdi ama en yakın arkadaşına olayı anlatmakta gecikmedi keyifli karıncamız. Üç beş gün içinde ağızdan ağıza yayılmıştı düzen dışı davranış. Artık çoğu nöbetçi yedek depodan nemalanıyor, deftere de yalan yanlış kayıtlar işleniyordu. Günler günleri izledikçe olaylar raydan çıktı ve depo bayağı bir boşaldı. Yaşlı ve bilgeler toplandı ve o kış boyunca 'ambar kapılarının yabancılara kapanması' kararı alındı. İstisnasız süregelen düzen bozulmuştu maalesef ama zaten yaz dönemine de sadece bir ay kalmıştı.

O son bir ay çok zor geçti ağustos böcekleri için. Çoğunluğu telef oldu. O yaz daha az ötmediler ama daha bir yanık oldu türküleri, daha bir içten. Karıncalar ise son gaz çalışmaya devam ediyorlardı. Pek bir anlayamadılar asırlık komşularının acılı serzenişini.

Yine kış kapıya dayanmıştı. Her ne kadar zorlansalar da fazla stok yapamamışlardı. Hem genç nüfusları da hızla artmıştı. Kendilerini riske atamazlardı. Bir de şöyle bir gerçek vardı, onlar ter içinde kendilerini paralarken böcekler ha bire şarkı söylüyorlardı. Dolayısıyla bu kış da yedek depolarını dışarıya kapatacaklardı. Bir yandan da 'zevk ü sefa' nın tadına varmış olanlar, bir takım ek imtiyazlar için baskı yapıyordu. Mesela ambar nöbetçileri nöbet tuttukları gün iki katı yemek hakkına sahip olabilirdi. Ne mahzuru olabilirdi böyle bir düzenlemenin? Birçok mahzuru oldu pek tabii ki ileriki zamanlarda.

Bir kere; nöbetçiler eskiden her gün değişirken, nöbetçilik yapabileceklerin bir takım özellikleri olması gerektiğine karar verildi. O günden sonra, her bir karınca nöbetçi olamadı. Bu durumda 'Yaşlılar ve Bilgeler' grubu da ayrı tutulamazdı. Bütün yük onların üzerinde değil miydi? Daha çok yemeli, daha çok içmeli, daha iyi ısınmalıydılar…………………………………………………………….'

Ağustos Böcekleri'ne ne mi olmuş?

Bu sevilesi böcekler 'tembel ve eşkiya' olarak anılmaya başlamışlar karıncalar aleminde. Her yıl biraz daha fazla sayıda telef olmuşlar. Tehdit edilmişler, hapsedilmişler, parayla satın alınmış bir kısmı, daha da olmadı öldürülmüşler. Kimi zaman çalmak zorunda kalmışlar, kimi zaman öldürmek, sırf yaşamak için, 'böcekçe yaşamak'…

Ama her yıl türkülerini söylemeye devam etmişler. Her yıl biraz daha içten, biraz daha yanık… Her yıl…

Ağustos'ta ötmek eskisi gibi kolay değilmiş artık…