Rahmetli Dedem bana işte aynen öyle hitap ederdi: 'Gaguk'.

Gaguk aşağı, Gaguk yukarı.

Çok severdim O'nu. O da beni. Yıllar yıllar oluyor kaybedeli. On bir yaşında, çocuktum gittiğinde. Kırk yılı aşmış… Şu an bu satırları yazarken, içimde halen bir 'Gaguk' olduğunu hissediyorum ve bu garip his, her şeye rağmen gülümsetiyor beni kendi kendime. İçinde debelendiğimiz sefil hayatlarımıza rağmen…

Çatı katındayız. Dedemle anneannemin mekanı. Cennette miyim neyim… Oturma odamız, holümüz, girişimiz ve salonumuzdayız aynı anda.

xxxx

Günlerden soğuk, ortada mangalımız ve kallavi bir maşa kenarda. Zehirleneceğimizden korkmuyorum. O kadar bihaberim dünyadan. Yatak odaları da orası aslında, antika koskocaman ceviz bir gardrop gizliyor çift kişilik yün yataklarını ve onu taşıyan alüminyum iskeleti. Geniş bir divanda oturuyoruz 'Paadişah'la, eski bildik divanlardan, fırfırlı örtülü. Sonradan mecburi hizmet dolayısıyla, mecburen sılamdan ayrılınca kopyaladım evime o divanlardan iki tane. Cennete geri dönmek içinmiş, bilemedim o zamanlar… Bu arada 'Padişah' dedemin anneanneme hitap şekli:

Paadişah aşağı, Paadişah yukarı.

Karşımızda (belki iki adımlık mesafe) duvara yaslı, yine cevizden camlı bir komodin. Bir yanda kesme çay bardakları, bir yanda zarif likör kadehleri, anadan kalma bakır renkli seramik sürahi… Koca bir radyo, büfemizin üstünde (o zamanlar büfe de denirdi komodinlere ne hikmetse) sürekli mıymıylanıyor arka fonda. Haberler bitiyor, 'arkası yarın' başlıyor, o bitiyor 'tûtî-i mu'cize-gûyem ne desem laf değil'... Hep açık yani, ama rahatsız etmez hiç, düşük volümde.

Dedem solda, muşambalı tahta yemek masamızın yanında, ceviz oymalı koltuğunda. Kahvaltı üstü, keyifle cigarasını tüttürüyor. Padişah sofrayı toplamış, mangalı şöyle bir karıştırmış, o güzel bohçalarından birini açmış yamalık seçiyor. Bohçası ayrı bir güzel, bir düzenli, içindekiler ayrı bir güzel, bir renkli. Kumaşlar, danteller, lastikler, fistolar… Benim elime de iki şiş tutuşturmuş, eskilerden sökülmüş bir orlon ip, patik örüyorum hevesle. Yakınımızda bebek de yok ama… Ne akla hizmet bilemedim. Halen yapıyorum böyle gereksiz işler. Sırf boş durmamak için.

xxxx

Günlerden gece bu sefer. Bir yaz gecesi. Annem atölyeden iş getirmiş. Bebek zıbınlarına çiçek işliyorlar anneannemle, ek mesai. Ertesi gün teslim edecek parasını alacak. Yarın akşam belki bir kilo muz, belki çikolata paketiyle gelecek. Solgun ampul ışığında çalışıyorlar sessizce. Pencereler açık. Tatlı bir lodos Sultanahmet'i bize bağlayan Samatya koyundan. Balıkçı sandalları usul usul yer değiştiriyor cılız gölgeleri eşliğinde. Dedem keyifli yine. Gözleri ışıl ışıl, burnu kırmızı. Önünde demirbaş ceviz sehpası. Üstünde bakır tepsi, içinde kalın kesme camdan bodur bir rakı kadehi, yanında olmazsa olmazı: iki üç parça arnavut ciğeri.

-Gaguk, diyor, bak bakalım bir tadına…

Şöyle bir dudağımı değdiriyorum ucundan kadehine. Yüzüm gözüm buruşuyor tabii. Hoşuna gidiyor belli bu şeklim şemalim. Benim de bir o kadar. Sonra çatalıyla bir parça Arnavut ciğeri veriyor ağzıma ve tamamlamış oluyoruz akşam ritüelimizi.

Ben de yapacağım. Bir zıbın alıyorum önlerindeki yığından, en güzel çiçeği ve en düzgün yaprağı işlemek üzere. Annem geçiriyor tüm iğne iplikleri, en hızlımız o, tutuşturuyor elime.

-İyi oldu mu? Gösteriyorum hemen. O ise:

-İyi iyi, hadi devam et, diye geçiştiriyor, ertesi gün yine mesai, haliyle yorgun ve aceleci.

Xxxx

Günlerden 'ölüm' bugün. Annem çığrınıp duruyor. Ben dedeme geçen gün bağırmıştım. Evin isyancısı olma yoluna girmişim artık. Ergenlik sancıları mıydı bütün sebep? İçeride her şeyi kırıp dökesim var. Dışarıda ise kuzu gibiyim. Elin iyisi, evin ayısıyım yani.

Neden bağırdım ki?

Ben onu çok severdim.

Neden bağırdım ki?

Ben onu çok severdim.

Neden bağırdım ki?

Ben onu çok severdim.

İlk eksilenimdi o benim. Dedem bana küs mü gitti gerçekten? Yoksa ben mi yazdım bunu çocuk kafamla… Bilmiyorum.

Xxxx

Günlerden bir sonbahar sabahı, 1980, 12 Eylül Cuma günü. Çatı katındayız. Anneannemin mekanı. Radyomuz alt rafta artık, pabucu dama atılmış ancak endamı yerli yerinde. Bozulmuş düğmeleri var, ilgilenen yok. Bakır renkli seramik sürahi benzeri bir süs eşyası o şimdi. Yerinde kendinin üç dört misli ebatta kaba ve kalantor siyah beyaz televizyon, üç kuşak kadını, en az günde sekiz on saat büyülemekle meşgul. Yeni uyanmışım. Okul başlamış mıydı, başlamamış mıydı? Farklı bir ruh hali içinde benimkiler. Korku mu, heyecan mı, çokça sevinç var gibi. Hınç mı desem acaba…

-Çok azdılar anam çok, annem gözünü televizyondan ayırmadan söyleniyor.

-Neymiş efendim, grev yapacaklarmış? Ben de işi bırakacakmışım. Yaa… Kolaydı öyle. Haydutlar! Benim ekmek kapımı kesmek isteyen bin beter olsun inşallah! Mösü Garabet ten Allah razı olsun. İnsan yemek yediği kapa s..ç..r mı? O üniversitede olay çıkaran o p..çler var ya… Devletin malını yakanlar yıkanlar. İnsafsızlar. Hepsini çekeceksin bir kenara… Teker teker… Yer misin yemez misin…

-Rahattan kızım rahattan azıyorlar, ekliyor anneannem. Nerede bizim zamanımız… Neler gördük neler geçirdik. O kara oğlanla kikirik karısı mahvetti memleketi. Yokluk içinde kırıp geçirdiler hepimizi.

-Şu paşa da ne güzel konuşuyor böyle.

-Allah'tan asker var başımızda, şükürler olsun,

-Binlerce şükür…

İlk eksilenim halen oturuyor o boş koltukta ve kimi zaman gaipten gelen sesiyle onaylıyor olup biteni:

-Çok yaşa Padişah'ım, çok yaşa.

-Gaguk, gel bakayım yanıma, al şu bozuklukları, git kendine dondurma al…

Ben ise zevkle içerken sabah sütümü ve iştahla sıyırırken yumurta tabağımı susuyorum sadece. Olan biten konusunda hiçbir fikrim yok, ama onların hınçlı coşkusu, şiddet söylemleri ile değişik bir korku nüvesi filizleniyor içimde. Büyük bir korku nüvesi. Asker, polis, devlet… Azmayacaksın yani, akıllı ol, uslu ol. Devlet ne yaparsa doğru yapar.

İlk eksilenim koltuğunda, bana gülümsüyor hala.

O günlerde kimlerin kimleri, ne canlar, ne ruhlar, ne idealler, neler neler eksilmiş meğerse…

Cennetimin kapıları çatırdıyor.

-Gaguk, bana sesleniyor yine ilk eksilenim. Geldimmmmmm.

-Sıkı tut kapıları… Gel de şunun bir tadına bak…