'Where am I… Where am I… Wher…..' (Neredeyim. Nerede…)
İçinden böyle geçmiyordu, bu sözcükler onunkiler değildi. Sanki düşünceleri dönüştürücü bir duvardan geçiyor, ağzından kendine yabancı fısıltılar dökülüyordu. Gözlerini zar zor araladı ve bulanık bakışları üzerine doğru eğilen karısınınkilerle karşılaştı ilkin.
-Nevzat, Nevzat ne dedin? Bir şey mi istiyorsun? Bir daha söyle tatlım. Anlayamadım, kadının titrek ve terli eli usulca alnını okşuyordu.
Öksürmeye çalıştı ancak ağzı ve dili o denli kuruydu ki bir hırıltı çıkarabildi boğazından sadece. Ardından, yine o yabancının fısıltısı:
-Some water, some water…(Su... Su…)
xxxxx
Nihayet taburcu olma zamanı… Tırnaklarının altında bir ıslaklık hissetti. Yine yüzündeki yarayı yolup kanatmıştı. Komadan çıkalı on günü aşmıştı. Her gün yeni bir iki sözcük çıkarmaya çalışıyordu, zar zor, ıkına sıkına. Türkçede, ana dili Türkçede… Her gün geçmişine biraz daha yakın. Tam olarak varacak mıydı oraya?
-Beyninizde öğrenilmiş dillerin bir anlama merkezi vardır, bir de konuşma yani konuşarak ifade etme merkezi, demişti üniversitede kendisini takip eden nörolog. Aynı şekilde yapılan çalışmalar ve vakalar sonucu, anadilimizin ve sonradan edinilen ikincil dillerin de beyin içinde yine ayrı ayrı merkezleri olduğu bilinmektedir. Sizin şu anki durumunuz da örnek vakalardan biridir. Tansiyonunuzun yükselmesi ile damarlarınızdan birinde kanama olmuş. Ve maalesef ki anadil yani Türkçe konuşma merkezinizde tahribat yapmış. Bunu şanssızlık olarak nitelesek de, en azından anlamada probleminiz yok. Eh tabii, İngilizce bilmeniz de çok büyük bir avantaj…
-Bennnnn, ehhh, bennn… Kızarmaya başlamıştı yine. İçinden yükselen sinirle morardığını hissediyordu.
-I can't take it anymore, I can't take it, (Dayanamıyorum... Dayanamıyorum…) elini kavrayan eşinin elini çok mu sıkmıştı ne… Oğlu diğer tarafında omzuna dokunmuştu, sakin ol baba gibilerden. İkisinden de kurtardı kendini asabi bir hareketle.
-Sakin olun lütfen, diyerek devam etti doktor. Son altı aya dair hafızanızda da biraz sıkıntınız var. Ne kadar sürede bilemiyoruz ama o da yavaş yavaş toparlanacak… İlaçlarımızı düzenli kullanalım ve kontrolümüzü kaybetmeyelim lütfen…
-Kontrol… I'm totally in control (tüm kontrol bende), haykırırken doktorun üzerine atlamıştı.
Xxxx
-Günaydın, karısı kahvaltıyı hazırlamıştı.
Okay Amerika'ya gitti gideli baş başa kalmışlardı. Neyse ki eşi çalışmaya devam ediyordu. Öteki türlü maddi manevi bin beter durumda kalabilirlerdi. O ise sadece düzgün konuşmaya adamıştı kendini. Oldukça hızlı ilerliyordu. Henüz üç ay olmuştu hastaneden çıkalı ama hafızasının büyük bir kısmı geri dönmüştü. Bir tek beyin kanaması geçirdiği günü tam hatırlayamıyordu. Gülbin işteymiş o gün. Kendi de ofis arkadaşına biraz rahatsız olduğunu söylemiş ve sabahtan eve geri dönmüş. Okay… Kahrolası çocuk… Neden böyle hissediyor ki… O bulmuş onu salonda… Yerde yatıyormuş, gözleri bir noktaya dikili… Az bir salya ağzından aşağı…
-hmmm, bread, ekmek, eeee, uzatmak sen, kadın ikiletmeden kızarmış bir ekmek dilimi uzattı kocasına.
Yine tam tekmil giyinmiş, seksi şangırtılı ışıldak küpeler kulaklarında… O dizüstü süet çizmeleri de giymese bari… Ben burada kahrımdan geberiyorum.
-Nevzat, sakin ol ama seninle bir şey konuşmak istiyorum, işe gitmeden…
Yine nasihat zamanı gelmişti:
Tansiyon hapını unutma.
Biliyorsun ekmek fazla yememen gerekiyor.
Şöyle bir saat yürüyüş yapsan… İyi gelir…
Mahmut yine telefon açtı. Kaç zamandır bir görüşelim diyor… En iyi arkadaşın o senin. Biliyorsun…
Vs. vs… Vızıldıyor sürekli.
-Just like a mosquito (aynen bir sivrisinek gibi), istemsiz olarak yine dökülmüştü ağzından kelimeler.
-Anlamadım, neyse ki anlamamıştı.
-Sure, hmm tabii… Sen konuşmak ben always(hep) dinlemek… Nothing matter (hiç mesele değil)…
En çok bu cümleyi kullanır olmuştu artık. Nothing really matter… Nothing really matter to me.
-Nevzat, Okay'la neden konuşmadın geçen gün aradığında, kadın onca süse rağmen üç ay içinde on yıl yaşlanmış görünüyordu. Adam bir anlığına küçük bir merhamet kırıntısı hissetti karısına karşı ancak geldiği gibi hızla uzaklaştı o kıvılcım parçası 'benlik' arayışıyla kaybolmuş yüreğinden.
-Bilmiyor ben, istemiyor işte…
-Ama üzülüyor çocuk. Hem çok uzakta biliyorsun. Kanamadan sonra düşman kesildin sanki öz oğluna. Anlamıyorum. Onun ne suçu var? Sana destek olmak istiyor.
-Bilmiyor ben? Tekrarladı yine. Sinirlenmeye başlamıştı. Gülbin hemen aldı sinyali.
-Tamam tamam canım, sakin ol derken yerinden kalkıp kocasının kafasını göğsüne yasladı yatıştırma amaçlı. Tamam, sakin ol, ben çıkıyorum şimdi, sonra konuşuruz bunları…
Xxxx
Ter içinde uyandı. Karısı yanında hafiften horlayarak uyuyordu. Belli ki gün boyu işte çok yorulmuştu.
-Nothing really matter, nothing really matter… Kendi kendine fısıldayarak kalktı yataktan. Odadaki fosforlu saat, üçü gösteriyordu.
-Strangers in the night… Nedense sözcükler gibi müzikler de yabancı müziklere evirilmişti kafasının içinde…
-Wondering in the night… Bardağına su doldururken mırıldanıyordu aynı şarkıyı. O sakin ve yumuşak melodi, büyük bir susuzluk hissiyle kafasına diktiği soğuk suyun birden boğazına çarpması ile eridi gitti aniden.
-Nothing really matter, nothing really matter… Okay'ın odasına doğru gidiyordu. Kapısı yarı aralıktı. O günkü gibi. İçeriden sesler mi geliyordu? Ama Okay California'da değil miydi? Belki gidip Gülbin'in yanına dönüp uyusa...
-Okay! Okay! Where are you? Nothing really matter…
Kalbi hangi dilde atıyordu o sıra?
Güp güp, güp güp?
Loop loop, loop loop…
Okay! Benim oğlum… Olamaz… Efe'yle… En yakın arkadaşı…
Başı döndü, midesi bulandı. Zar zor kapıya tutunarak Amerika'daki oğlunun boş yatağına attı kendini.
Derin derin nefes alıyordu.
-Kontrol… I'm totally in control (tüm kontrol bende).
-I'm totally in control (tüm kontrol bende)… Defalarca fısıldadı kendi kendine…
Yarım saat sonra, karısının yanına uzanmıştı yeniden. Onun sıcak göğsüne doğru yasladı yorgun kafasını.
-Nothing really matter, nothing really matter to me, kendi fısıltısı ile uyuyakaldı.