Bir çift turna gördüm göl kenarında…

Göl küçüktü, etrafına irili ufaklı taşlarla bir set çekilmişti. Ve setin gerisinde kalan her yer kır çiçekleriyle bezenmişti. Gözümü dikip bakabildiğim en uzak noktaya kadar yeşildi her tonuyla arz-ı endam eden. Öyle güzeldi ki her görülen, insan ister istemez bu güzellikleri bunca güzel yaratanı düşünüyordu aklına mukayyet olamadan.

Ve sonra susuyordu. Çünkü akıl onu düşünürken kelamın ülkesini terk etmesi gibi muhakeme sınırlarını yitiriyordu. Akılsız bir baş kalbi olan bir başa devşiriyordu kendini. Ve aklın sustuğu yerde bayrağı kalp alıyordu eline. O küçücük kalp birden kainat gibi genişliyor, içine onun olan her şeyi aldıkça büyüyor büyüyor ve sürekli ona doğru yol alıyordu.

Kuşa baksa kanadını, arıya baksa oğulunu, balını… Velhasıl neye baksa, gördüğü her şeyde bir ölçü ve her şeyi ince ince işlemiş bir nakkaşın elini görüyordu. O el nasıl da güzel çizmişti şu yeryüzünü.

Şu dağlar birbirine bu kadar paralel nasıl uzanabiliyorlardı mesela, birbirinin bunca içindeyken bunca dışında nasıl durabiliyorlardı?
Altı ateşken yeryüzünün üstü bu kadar serin, bu kadar hayat nasıl olabiliyordu?
'Rabbim' dedim.
Ya şu turna kuşları!

Hayvan hitabıyla hitaplanmışken yeryüzünde, birbirlerine bu kadar sadık ve bunca aşık nasıl olabiliyorlardı?
Şimdi, şu 'yeryüzünü gez!' diyen hitabına uyup da senin görmemi istediklerine dalıp sana düşürmüşken aklımı ve yitik bir muhakemenin sınırlarında kalbime sığınmışken senin için; bunca küçüklüğüme ve bunca hiçliğime bırakmışken kendimi bir 'hu!' nidası yayılıyor göğümden sana doğru.

Sen ey eksiği olmayan tam!
Sen ey sesi işiten, her daim duyan!
Sen ey uyku tutmayan, her an gören!
Sen ey benim Rabbim,
Kalbimin sahibi, şahit ol! Kusursuzluğunu idrak edişime…
Şahit ol kalbimin hissedip de anlatamadıklarına. İçime düşürdüğün bahar dalına, güle, laleye, nilüfere… Şahit ol!
Şahit ol ey sevgili,
Gözümden damlayan şu tuzlu suya…
Ve turna kuşlarına.

Ne desem laf değil biliyorum ama senin hükmündür beni bunca söyleyen kılan. Susmak isterken konuşur kılan.
Ey göğü direksiz yaratan!
Aklım ihata edemiyor bu güzelliği. Aklım suskun.
Fakat kalbim, her gün yeni bir şeyler söylemekte. Çünkü her gün yeni bir şeyler olduğunu ve kainatta sürekli bir dönüşüm ve tekamülün varlığını görmekte.


Bebek ki bir süre sonra çocuk; çocuk ki bir süre sonra yetişkine dönmekte. Zaman ki sürekli ileriye doğru akıyor, kainat sürekli genişliyor. Her yeni eskiyor… Her an ya biri doğuyor ya da ölüyor. Hayat ve ölüm arasında tüm fısıltılarımız.
İnsan, bu muhteşem nizama, bu kusursuzluğa bakar da görmez mi senin yüceliğini. Anlamaz mı 'Göklerde ve yerde olanların senin olduğunu' ve 'Senin hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Gani ve Hamid' olduğunu. Anlamaz mı?
Anlamaz mı her şey değiştiği ve tekamül ettiği halde dinin aynı din olduğunu. Asırlar evvelinden bugüne bir ayna olduğunu. Tekamül edenin, insan olduğunu…
Rabbim!
Gören gözlere ve şu turna kuşlarına, sadakate ve aşk'a selam olsun!

………….

Bir çift turna gördüm göl kenarında.
Sadakat ve aşk bu olmalı dedim onlara bakınca.
Öyle aşk ve öylesi sadakattiler ki dünyanın bütün aşkları onlarda toplanmış zannettim izleyince.
Biri kalktı yerinden, usulca havalandı. Gölün etrafında uçarak tur atmaya başladı. Hem uçuyor hem sesleniyordu sevdiğine.
Her yer turnaların sesiyle çınlıyordu şimdi. Ne güzel bir güzellikti görülen. Vakit ki vakitlerden en kıskancı en çağrı dolu olanıydı yalnızlığa…
Sonra bir el silah sesi duydu kulaklarım. Yüreğim yerinden fırlayacakmış gibi oldu. Ayaklarım titredi. Nefesim hızlandı. Sanki kanım beynime sıçradı. Koşmaya başladım turnalara doğru. Yapma diyordum sürekli. n'olur yapma!
Ama…

Biri ki… Havada uçanı vurulmuştu…
Avcıya baktım sonra. Kara, kirli suratına. Pis pis gülen yüzüne… Buruşuk elbiselerine… Ayağındaki o tuhaf çizmelere…
Ne çok şey geçti içimden… Ama ben, o turnanın başında daireler çize çize uçan eşi kadar üzgün olamazdım. Ölüm ki geride kalan için zordu.
'Vur!' dedim, bağırarak, 'Mademki bastın tetiğe, eşini de vur! Yalnız bırakma. N'olur onu da vur.' Vurmadı…
Yaralanan ben olmuştum o anda. Acı nasılda çabuk yerleşiyordu insanın içine.


Sonra bir sükûnet çöktü içime. Yutkundum bütün kelimelerimi…
Yaşatan ve öldüren kimdi?