Gölgesi bol bir Haziran ikindisinde sıra sıra çınar ağaçlarının, akasyaların arasından sakin adımlarla süzülüyorum. Epeydir özlediğim bu gezi halleri bana insanlar içinde bir insan olduğumu tekrardan hatırlatıyor.
Kepenkleri açık, kapılarının önüne tabure atıp oturmuş dükkan sahipleri kapı önü lakırdılarında yine. Ellerinde poşetlerle yaşlı bir kadın, bebek arabasında bebeğiyle genç bir kadın ve ellerinde gazozlarıyla ortaokul çocukları geçiyor yanımdan. Hepi topu şöyle bir bakışıyoruz. Bir tanışıklık bağı yok hiçbiriyle aramda. Ama biliyorum, şu an, şu dakika isteseler de istemeseler de benimle hayatları çakıştı ve benim hayat filmimin birer figüranı oluverdiler. Oysa bazı hiç tanımadıklarımla içten içe gizli bir tanışıklık dahi etmişliğim yok dersem yalan olur. Çoğu kez aceleyle evden çıkıp da yollarda koşturur adımlarla işe gittiğim sabahlar da her gün aynı sokakta karşılaştığım ve adını 'Dakik' koyduğum bir genç kız vardı mesela. O kadar ki hep aynı saatin aynı dakikasında aynı yerden geçerdi ve ben geç kalmışlığımı onun sokaktaki yol almışlığına bakarak anlardım. Bazen, seçtiği kıyafetlere takılırdı gözüm. Beğenmediğim bir şey olursa aileden biri gibi 'Ama olmuş mu şimdi bu bununla!' demek bile geçerdi içimden. Onunla karşılaşmadığım ender sabahlarda, hasta olup olmadığını düşünürdüm. Hatta onun için endişelendiğim bile olurdu. Demek ki bazen hiç tanımasak da bazılarıyla kalbi bir yakınlık dahi kurabiliyorduk.
İyi ki tüm hımbıllığımı yenip çıkmışım evden. Cenneti hatırlatan, insanı terletmeyen, etrafa hoş rayihalar salan bu havalar adamı şair eder. Ahmet Haşim'in 'Bize Göre' isimli düz yazılarından oluşan kitabındaki gezi üzerine düşünceleri geliyor aklıma. Az da olsa garipsiyorum. Her ne kadar yaşadığı yerin dışında, başka başka şehirleri görmek anlamında yazmış olsa da bu yazıları. İnsanın evinin dışına çıkması, etrafa bir göz değdirmesi, ağacı, insanı, kuşu, karıncayı görmesi de gezip görmeye dahil değil miydi haddizatında.
Haşim diyordu ki: 'İnsan, yaşamının tatsızlığından ve çevresinde görüp bıktığı şeylerin o yorucu tekdüzeliğinden bir süre kurtulabilmek umuduyla geziye çıkar. Bu bakımdan gezi olağandışı avı demektir.'
Kendimce benim yaşamım tatsız mı ki diyorum. Bir gülme alıyor yine beni. Yok diyorum yok yok. Ama bir tekdüzelik var. Ama kimin yok ki diye düşünüyorum. Bu nokta da az da olsa hak veriyorum yazara. Ama Rabbimizin, ihtişamını, yüceliğini, yaratmasındaki kusursuzluğu idrak etmenin bir yolu da bu diyorum içimden.
Hem Rabbimiz demiyor muydu?
'yeryüzünü gezin!'.
'Yerde ve gökte ne varsa Allah'ındır.'
'Allah'ın yaratmasında bir eksiklik göremezsin' diye.
Demiyor muydu?
'Allah'ın geceyi gündüzün içine ve gündüzü gecenin içine soktuğunu görmedin mi?'
Göklerde ve yerlerdeki her şeyi, Allah'ın size musahhar (emrinize amade) kıldığını görmediniz mi?' diye.
Ne hikmetler, ne güzellikler gizliydi her baktığımızda da biz hala olağandışı olanı arıyorduk. İnsan, evrene Allah'ın gözlükleriyle baktığında her şey ne kadar da anlamlı ne kadar da muhteşem görünüyordu oysa. Sıradan kabul ettiğimiz, olağan dediğimiz her şey olağanüstü bir anlama kavuşuyordu. Hatta bunu idrak etmek için metrelerce, kilometrelerce gezmeye gerek de yoktu. Burnumuzun ucunu görmemiz kafiydi!
Oysa edebiyatımızın usta şairi Haşim 'Olağandışı' kelimesinin anlamını tarif ederken diyordu ki: 'Keskin akıllılar 'Olağandışı'nın çağımızda artık bir anlamı kalmadığını söyleyebilirler. Olağandışı hiçbir zaman var olmamıştır ki bundan böyle yok olsun. Başka bir nedenle de söylediğim gibi, yalnız kendi usumuzun bir işlem ürünü olan ve sinemaya benzer bir kaynaktan dışarıya vuran olağandışı, birkaç olağanın birleşmesinden oluşur; öküz 'olağan'dır, ağaç 'olağan'dır, ne zaman ki öküz ağaca çıkar, 'olağandışı' oluşur.'
İnsan her şeye kendi gözlüğünden ve dahası at gözlükleriyle baktığında basit bir kelime bile bazen içinden çıkılmaz bir hal alabiliyordu. Tıpkı 'Olağandışı' kelimesinde olduğu gibi. Bu açıdan baktığınızda Haşim'in açıklamasına da hak verirsiniz aslında. Yani öküz ve ağaç olağanlarını bir araya getirerek, öküzün ağaca çıkmasının olağandışı olmasını. Hadi biraz gülümseyin. Bunların hepsi bakış farklılıkları sadece.
Aman sende, basit bir gezmeden konuyu nerelere getirdin diyenleriniz mutlaka vardır. Hani insanların birçoğu da 'Allah'ı istemek, O'na yönelmek, Allah'a ulaşmayı dilemek diye bir şey yoktur' diyor ya, o yüzden konuyu buralara getirdim. Tıpkı Haşim'in olağandışı tanımında olduğu gibi insanlara da bu konu ütopik geliyor çünkü. Günümüzün alışılmış ritüelleri ve söylemlerinin dışında gibi görünse de gerçekte unutulan Kuran hakikatlerinin en önemlisi belki de bu söylediğimiz.
Halbuki 'Allah'a ulaşmayı dileyin' emrine basit ama içten bir kalbi dilekle karşılık verilir. Yani, Allah'ım seni istiyorum, dostlarından biri olmak istiyorum demenin, O'nun kendine çağırmasına karşılık vermenin, O'na yönelmenin adıdır Allah'a ulaşmayı dilemek. Tabi şunu diyebilirsiniz nasıl ulaşılır diye? İnsan ruhuyla ulaşır Allah'a. Kaldı ki bu dileği gerçekleştirmeniz için Ferhat gibi dağları delmeniz ya da ne bileyim sırtınızda taş taşımanız, çölü su içmeden bir günde geçmeniz gerekmiyor. Şayet bu emri yeryüzünde bir tek kişi bile yerine getirmişse bu olağandır, yapılabilir ve herkesin yapabileceği bir şeydir. Yani bunda olağandışı bir şey yoktur. İnsan sadece 'Allah'a ulaşmayı dileyecek' sonrasını Allah'a bırakacaktır. Çünkü bundan sonrası Allah'ın bizim cevabımıza karşılık vermesidir.
Ve o kendini çağıran hiç kimseye sırtını dönmez. Siz ondan şüpheye düşmedikçe.
Ama zamanımızda çoğumuz Allah'ı istemek yerine onun vaat ettiklerini istiyoruz. Onun emrettiklerini kuru kuruya yerine getirerek cennete gitmek için ibadet ediyoruz. Onun kendine olan davetini duymazdan geliyoruz. Yunus demiş ki: 'Cennet cennet dedikleri, birkaç melek, birkaç huri, isteyene ver onları, bana seni gerek seni!'
Sözün özü, eğer bir olağandışı arıyorsanız, Allah'ın yarattıklarına bakın. Onların bir zerresini dahi yapamıyorsanız, işte odur olağandışı. Ve Allah, kudretiyle, yarattıklarıyla ve varlığıyla gören gözlere, işiten kulaklara, kalplere kendini fısıldamakta. Gel demekte… Gör demekte… İşit demekte…
O zaman anlayacak insanoğlu tüm olmazların üstünde, tüm mükemmellerin üstünde yani ki bütün tanımlamaların ve sıfatların üstünde bir Rabbi olduğunu. Kelimeleri tükenecek, noktası dahi tükenecek de bir tek rabbinin kelimelerinin tükenmeyeceğini anlayacak…
Lokman-27: Ve eğer arzda (yeryüzünde) bulunan ağaçlar kalem olsaydı ve denizler (mürekkep olsaydı) ve ondan sonra, onun yedi katı daha deniz eklenseydi, Allah'ın kelimeleri tükenmezdi. Muhakkak ki Allah; Azîz'dir (çok yüce), Hakîm'dir (hüküm ve hikmet sahibi).