Çocuk kalbi işte… Avlanma-yakalama-yakalanma ve cinsellik içgüdüleri karmakarışık kafasının içinde; heyecanla bekliyordu teras katının penceresinde… Gönlünü en başında, asıl kumrulara kaptırmıştı o. Anneannesi, her buğday bıraktığında pencere kenarına, söylenirdi aynı zamanda:
-Haydut gibi bu güvercinler, kumruyu serçeyi kaçırırlar hemen. Onlar da yesinler acık… Ama nerede? Açgözlü şeyler! Gurk guk da gurk guk, gurk guk da gurk guk… Başını sallar aynen onlar gibi öne arkaya…
Yalnız bir ailenin yalnız bir çocuğu olarak büyümüştü. Sarayburnu'na nazır saman dolgulu eski kanepenin üstünde çok saatler geçirmişti. Evlerinin önündeki kilisenin sarı duvarının üstünden, Marmara ve Sultanahmet'i izleyerek; annesinin pencerenin iç tarafına dizdiği soyulmuş meyveleri kemirerek… Kimi zaman önlerindeki yokuştan inip çıkanları, kimi zaman uzakta bazısı demirli, bazısı usulca seyreden tekne ve gemileri izlemek oyalardı çocuk ruhunu… Ama en çok da pencerenin dışında, annesinin (anneannesine 'anne' derdi o zamanlar) koyduğu yemleri gagalarken belki toparlak yüzüne bir karış mesafeden takip ettiği o güzelim kuşlar.
Üç çeşit kuş nemalanırdı sıcak hanelerinden. Güvercinler, kumrular ve serçeler… Her nedense kargalar ve martılar pek uğramazlardı onların oraya. Bir kere serçeler çok korkak ve çok miniktiler. Zaten onların aynı yerde bir iki saniyeden fazla durduklarını hiç görmemişti. Kumrular… Ah o kumrular yok mu? Tek veya ikili, ağaç dallarında, kiremitlerin kenarlarında, yağmur oluklarında, sokak lambalarında, elektrik tellerinde, şöyle kendilerince keyifli bir nokta bulduklarında bir güzel tünerlerdi. İncecik ve sık tüyleri cezbediyordu onu; özellikle göğüs ve karın bölgesindekiler hafif rüzgarda yumuşak yumuşak uçuşurdu. Renklerine de hastaydı onların. Yavru ağızı ile kahverengi karışımı, tarçını ve tarçınlı sütlü tatlıları hatırlatan o güzel tüyler… O tombul ve zarif yaratıklardan birini tutup kucaklamak, yumuşacık tüylerini avuçlarında hissetmek, o ince gagasına ve ürkek gözlerine daha yakından bakmak isteği her geçen gün biraz daha artıyordu.
Bu kavanoz çocuğu, beş altı yaşlarından sonra okulla ve sokaklarla tanıştı doğal olarak ve en sonunda birilerinden kuş yakalamanın nasıl mümkün olabileceğini öğrendi.
Çocuk kalbi işte… Avlanma-yakalama-yakalanma ve cinsellik içgüdüleri karmakarışık kafasının içinde; heyecanla bekliyordu teras katının penceresinde… Tüm aile efradı aşağı kattaydı… Yedi sekiz yaşlarında ya vardı ya yoktu. Düzenek çok basitti. Bir tahta elek tersine yerleştirilir terasın en uç noktasına. Altına pek tabii ki yem niyetine her ne varsa: ekmek parçaları, buğday, susam taneleri vs… Eleğin bir kenarına da, bulunduğu zeminle arasına bir tahta parçası, kibrit kutusu veya herhangi bir parça yerleştirilir ki bu açıklıktan kuş içeri girebilsin. Araya koyduğun parçaya uzun bir ip bağlarsın, ipin ucu sende, gizlenip beklemek kalır yürek gümbürtüsüyle… Yaşamının ileri evrelerinde en fazla balık tutarken yakaladı yine bu hissi…
Söylediğimiz gibi daha önce, en büyük hayali bir kumruyu avuçlarında tutmaktı. Serçeler zaten öyle şüpheli alanlara yaklaşmıyordu. Bir kumru geliyordu ara sıra, ama daha yaklaşamadan tuzağa, iri bir güvercin iniveriyor sahaya, 'Gurk guk da gurk guk, gurk guk da gurk guk…' üzerine üzerine nazik hayvanın, kaçırıyordu güzelim kumruyu… Çocuk çıkıyordu dışarıya, korkutuyordu güvercini, boşaltıyordu terası, sonra tekrar gizlenmece…
Böyle böyle derken, çocuk kumru yakalayamayacağına kanaat getirdi. Güvercin tutmaya karar verdi akabinde ve tuzağını test etmek üzere beklemeye koyuldu. Çok fazla zaman almadı gerçekten, ipi çekmesiyle koyduğu destek fırladı ve haşin bakışlı vahşi güvercin eleğin altında kaldı.
Heyecanla yaklaştı tuzağının yanına. Hayvan küçük kafesin sağına soluna vuruyordu kendini. İyi de nasıl tutacaktı bunu şimdi. Hafif kaldırıp eleği, elini sokmayı denedi. Ama ne tarafı aralasa, kurtulma içgüdüsüyle hayvan kafasını oraya çeviriyordu hemen, bu sefer gagalayacak diye çocuk elini kaçırıyor, aralığı kapatıyordu.
Çocuk kuşun yüreğini, tam da kendi yüreğinin içinde hissediyordu.
Kuş heyecanlıydı,
O da heyecanlıydı.
Kuş çok korkuyordu,
O da çok korkuyordu.
Kuş çok yalnız ve çaresizdi,
Çocuk da yalnız ve çaresizdi.
Yalnız çocuk, bir de fazladan, kızgındı bu isteksiz arkadaşa. Hem kumrularını kaçırmıştı, hem daha küçüklerin yemeğini çalıyordu, hem ellemesine izin vermiyordu…
Nihayet bir çözüm üretti kendince. Kuşun kuyruğunu veya kanadını eleğin altına sıkıştırırsa, hareket edemezdi. Böylece tuzağı diğer kaldırdığı noktadan, boşta kalan elini sokup onu tutabilirdi belki. Hemen denemeler başladı tabii… Garip hayvanın kanadı acıdı, kuyruğu ezildi, bir iki üç derken güvercin boş bulduğu bir delikten neyse ki kendini sıyırdı ve mavi göklere doğru hızla yükseldi. Çocuk bakakaldı arkasından ve bilemedi sonrasını.
Havada uçuşan ince ve hafif güvercin tüylerini solumuştu bir kere; tüyler aştı ciğerlerini, sızdı damarlarına ve yuvalandı beyninin kıvrımlarına. Zedelenmiş kanatlardan ve kuyruğundan kalan birkaç telek ise saplandı yüreğine, bir daha hiç çıkmamacasına…