Tüm Cumartesileri ve Pazarları gibi yalnız hissetti yine. Ve yorgun. Üstündeki hafif battaniyeyi tatlı tatlı çekiştirdi, uyuşuk bir kedi gibi gerindi ve vızıldayıp duran televizyonun karşısında uyuyakalarak, kışa çalan bu sonbahar gününün ataletine teslim etti kendini.
Sabah erken uyanmıştı. Enes'i tenis dersine başlatmıştı hafta sonları… Güzel bir kahvaltı etmişlerdi beraber. Sonrasında tüm zırlamalara, evde kalmak için yaptığı şaklabanlıklara ve hastalık numaralarına rağmen; tehdit, ödül, ceza ne varsa o da tüm kozlarını kullanıp oğlunu kendisiyle beraber tenis kulübüne götürmeyi başarmıştı. Zaten iş oraya gidene kadardı.
Onunla beraber takılmak için, mümkün olduğunca hafta içine yazdırıyordu nöbetlerini. Hastanedekiler bu ayrıcalığa karşılık, fazladan bayağı bir iş kakalıyorlardı ona, ama razıydı hepsine. Enes daha 5 yaşını yeni doldurmuştu. Üç sene kreşe gitmişti düzenli olarak, bu yıl ise henüz ana sınıfına yeni başlamıştı.
Diğer zamane çocukları gibi; telefon ve bilgisayar oyunlarının hastasıydı Enes. İki üç ay öncesine kadar, elinden geldiğince engellemeye çalışıyordu oğlunu. Ancak ana sınıfına başladıktan sonra; sanal alem konusunda koyduğu sert kuralların, çocuğun sosyal gelişimini yer yer baltaladığını görmüştü kaçınılmaz olarak. Kreşte beraber büyüdüğü arkadaşları bile dışlamaya başlamışlardı Enes'i. Evde, eski kocasından yani Enes'in babasından kalma bir masaüstü bilgisayar vardı. Bu işlerden iyi anlayan yeğenini çağırdı bir gün eve ve cüzi bir maddi ve teknik güncelleme ile, bilgisayar Enes'e 'doğum günü sürprizi' olarak geri döndü. Sevinci görülmeye değerdi o gün. Yandaki apartmanda oturan arkadaşını çağırdı hemen. O da kendi babasının dizüstü bilgisayarını getirdi. Aynı oyunlara, aynı sohbetlere girmeler çıkmalar, bağırmalar çağırmalar… Bir panayır coşkusu sanki yaşandı o gün küçük ve sevimli evlerinde.
Şimdilerde her şey iyi gidiyordu ama Enes'in bilgisayar önünde geçirdiği zamanları sınırlamak giderek zorlaşıyordu annesi için. O oyunların içinde geçirdiği her birim süre katlanarak derinleştiriyordu oğlunun bağımlılığını… Bu yüzden de, evde oturma zamanını azaltmaya yönelik bir sürü kursa yazdırmıştı çocuğu. Cumartesileri sabah tenis dersi, akşam dört altı arası 2 saat İngilizce… Pazarları, on buçuk yarım arası İngilizce, öğleden sonra bilim teknik sınıfı projesi vb. vb…
Tenisten döner dönmez hızlı bir duş almışlardı. Kendi de erişkinler grubunda ders alıyordu. Belki bir iki ay sonra, Enes'le kort kiralayıp, ana oğul maç yapacaklardı. Oğlunun enerjisi hiç tükenmemişti yine, annesi televizyon karşısında yayılırken telefonunu aldı elinden:
-Nejla Teyze?
-Burak bize gelebilir mi?
Bir an müteşekkir hissetti, o korkunç bulduğu bilgisayar oyunlarına ve 'dizüstüsü'yle az sonra eve damlayacak olan haşarı Burak veledine karşı kendini… Veee, üstündeki hafif battaniyeyi tatlı tatlı çekiştirdi, uyuşuk bir kedi gibi gerindi ve vızıldayıp duran televizyonun karşısında uyuya kalarak, kışa çalan bu sonbahar gününün ataletine teslim etti kendini.
Hem uzaklardan hem içerlerden çok çok yakından gelen bir çarpıntı hissi… Sonrası ani bir sessizlik…
Sıçrayarak uyandı. Hemen saatine baktı telaşla. Rahatladı, daha ikiye beş vardı. Dünden kalan patates köfteyi ısıtıp çocuklara yedirebilirdi.
-Enesssss!
-Acıkmadınız mı hala?
Televizyonun vızıltısı yan odadaki sessizliği daha da bir körükledi. İrkildi birden ve korku ve tedirginlikle yarı açık kapıya yaklaştı. Enes'in sırtı görünüyordu. Yine kulaklıklar kafasında, yine kıpır kıpır, elindeki oyun direksiyonunu küçük gövdesiyle sağa sola doğru hareket ettiriyordu.
Şöyle bir koltuk altlarından yakalayıp gıdıklamayı aklından geçirirken, gözü halının üzerindeki kırmızı ıslak lekelere takıldı. Akabinde yerdeki dizüstü ve yanında büzülmüş hırıltılı sesler çıkaran Burak'ın içe çekilmiş göz çukurları ve morumsu gözaltları ile karşılaştı bakışları…
'Aman Tanrım… Aman Tanrım… Aman Tanrım…'
Burak'a doğru atıldı tamamen içgüdüsel bir hareketle. Omuzlarından tuttu endişeyle ve hafifçe sarstı küçük çocuğu. Çocuk yarı baygın inleyerek cevapladı uyarılarını. Soluk alıyordu, soluk alıyordu, soluk alıyor… Beyninin bir yarısı tekrarlıyordu bu sözleri teselli ve teskin amaçlı; diğer yarısı ise kendi uyurken gerçekleşmiş olabilecek dehşet senaryoları içinde donup kalmıştı.
Halının üzerindeki kırmızı lekeler…
Burak'ın yerde hareketsiz yatan gövdesi…
İki çocuğun her fırsatta bir araya geldiklerinde oynadıkları savaş, şiddet, öfke, kan revan kokan o lanet oyunlar…
Hani derler ya, ölüm anında tüm hayatı gözünün önünden geçer kişinin; O'nun ise, birkaç saniyelik zaman dilimi içinde, hem oğluyla ikisinin şimdiye kadarki tüm yaşamları geçti gözlerinin önünden, hem de bu andan sonraki hayatlarının geleceğe doğru kabus benzeri uzanımı…
Ancak beyninin teskin ve teselli etmekle yükümlü o sakin yanı, bir sağlık çalışanı olmanın getirdiği otomatik refleksif hareketlerle birleşti neyse ki, çocuğu hafif yan yatırdı ve telefonunu bulmak üzere salona doğru hızla fırladı. Titreyen elleriyle bastı tuşlara ve titreyen sesi ile zar zor konuştu 112 çalışanı ile… Başından ter boşaldığını hissetti aniden ve kesif bir bulantı hissi… Zaman zaman kan şekeri düşüyordu, yoksa yine mi?
En son olarak, kafasında bıçak saplanır gibi bir hisle birlikte belerdi gözleri…
.
.
.
.
Kapı zili ısrarla çalınmaktaydı. Çocuk odasından hafif sallanaraktan çıktı Burak. Sara krizleri sonrasında hep olduğu gibi, biraz şaşkın, biraz uykulu gözlerle açtı kapıyı. Bir grup sağlıkçı daldı hemen içeriye. Bu sırada bir çığlık duyuldu içerden:
-Buraaakkkk
-Buraaaaaaakkkkk
-Üçüncü levıllll a atladımmmmm.
Heyecanla çıktı odadan Enes, kulaklığı tek elinde sallayarak.
-Hadi biraz suluboya yapalım yine?